
Evi, bir radyo konuşmasında, Baki Süha Ediboğlu’na anlattığı gibi, çocukluk hayatının geçtiği, Beşiktaş’taki ahşap, ama şirin: «…Baştan aşağıya kadar mor salkım içindeydi» dediği baba evine hiç benzemiyordu!… Lâlelide, Ordu Caddesiyle kesişen Haznedar sokağındaki 17 numaralı ev; iki katlı, küçük ve kâgirdi. Üstelik çevresindeki yüksek yapıların arasına sıkışmış, kaybolmuştu.
Son olarak daha aralık ayının başlarında, havanın kapalı olduğu bir cuma sabahı, yanımda fotoğrafçı arkadaş olduğu halde o evin zilini çaldık. Kapıyı hizmetine bakan kadın açtı. «Halide Hanımı görmek istiyoruz», dedim. «Uyuyor! » diye cevap verdi, içimden sanki birisi; «Atlama, bu saatte uyunmaz!» der gibi, beni direndirdi. Kadına, «Hayat mecmuasından gelmiş olduğumuzu söyle, belki kabul eder…» dedim.
Hizmetçi kadın, gitti. Az sonra tekrar kapıda göründü, «Buyurun…» dedi.
Ufak bir taşlığı geçip, bir merdivenden yukarı kata çıktık. Karşımıza gelen yan açık kapıdan içeri girdik. Pancurları kapalı, loş odanın içindeki karyolada, yorganının arasından çıkmak için çabalıyan Halide Hanımın telâşlı davranışı ile karşılaştık. Hizmetçi kadının gayretkeşliği yüzünden pek arzu edilmeyecek bir durum hâsıl olmuştu. Bir an şaşaladık. Ben özür dilerken, kendisi sırtına bir şey almak için aranıyor, bir taraftan da hizmetçi kadına, «Canım, beyleri öteki odaya alsana, buraya getirecek ne var!…» diye çıkışıyordu.
Hemen döndük. Sahanlıkta, hizmetçi kadının kapısını açtığı, pencereleri sokağa bakan diğer bir odaya geçtik.
Burası çepeçevre kitaplarla kaplı çalışma odası idi. Evvelce bir kere daha burada oturup kendisiyle uzun uzun konuşmuştuk. Bugün perdelerinden ikisi kapalı, biri de yarım açıktı. Oturduğumuz koltuğun karşısında yazı masası duruyordu. Duvarda çerçeveli boy boy fotoğraflar, kapı tarafına düşen kısımda zarif bir şömine vardı. Yanmakta olan iki kalın odun henüz köz haline gelmişti.
Odada, evvelki görüşümle bu seferki arasında belli başlı değişiklik sadece ocağın yanışı idi. Çünkü birinci ziyaretimiz, ışıklı, sıcak bir yaz gününde olmuştu. Ocak yanmıyordu. O zaman da perdeler böylesine inmiş, sade bu odaya değil, karanlık evin içinde her tarafa hâkimdi!… Sanki ışık nereden gelirse gelsin, bu evin içindekileri rahatsız edermiş gibi bir durum vardı ortalıkta… Ben bunları düşünürken, Halide Hanım, çorapları düşmüş, üzerinde rengi soluk bir robdöşambr ile içeri girdi. Gözlerine gözlüklerini takmıştı. Karşımıza gelip oturduğu zaman fark ettim. Yorgun bir hali ve yüzünde hastalığın verdiği süzgün bir ifade vardı. Bir de burnunun ucu kızarmış ve şişmiş, ayrıca ufak sivilceler çıkmıştı. Kendisinin gençlik resimlerini görmüştüm, şahane denecek kadar güzel ve cazibeliydi.
Bütün bu hasta ve ihtiyar görünüşüne rağmen gene de insana yukarıdan bakan, hâkim bir hali vardı.
Hemen oturduğumuz yerden ayağa kalktık. Kendisi, kelimelerin arasında duraklar yapa yapa: «Buyurun… Oturun…» dedi.
Odanın içinde, insan elini nereye atsa bir sigara alabilir, o kadar sigara var. Kendisi de, öylesine sigara tiryakisi. İki parmağının arasını nikotin dağlayıp, sapsarı yapmış!…
Ziyaretimizin sebebini anlattım. Mecmuada çıkacak bir yazısı ile ilgili bazı ricalarımız vardı. O yavaş yavaş, hafiften konuşur gibi, sorduklarımıza cevap vermeye başladı.
Yüzüne dikkatle bakıyordum. Kendisinde, yaşadığını anlatan yalnız gözleri var. Bu gözler gözlük camları arkasına çekilmişti. Buna rağmen dir ve mânalı…
Sanki, 1919 yılının 6 Haziran’ında, Sultanahmet Meydanı’ndaki mitingde, kürsüye çıkmak üzere olan Halide Edib, birdenbire o iki gözün içinden kıyam etti. Bana, mitingi anlatıyor:
— Sultanahmet Camii’nin minareleri, mavi boşluğa yükselen ilâhî bir sanatkârın elinden çıkmış beyaz neyler gibiydi. Minarelerin der şerefelerinden siyah bayraklar, havada dalgalanıyordu. Caminin önünde, yerde yüksek bir kürsü vardı. O da siyah bir örtü ile kaplıydı. Kürsünün görünen tarafında o zamanki Amerika Cumhurbaşkanı (Başkanı) Wilson’un 12. prensipini temsil eden bir yazı vardı. Sade meydan değil, ta Ayasofya’ya kadar her taraf insan doluydu. Kalabalığın 200.000 kişi olduğu söyleniyordu. Bu kımıldanamıyacak kadar sıkı olan kalabalıktan başka, caminin demir parmaklıkları, damları, kubbeleri dahi insanla doluydu. İki yanımdaki ikişer, önümdeki dört süngülü asker bana yol açıyordu. Kürsünün önüne geldiğim zaman hayatımın en önemli dakikalarından birini yaşadığımı hissettim. Vücudumun her zerresi elektriklenmiş gibiydi. İnanıyordum ki, Sultanahmetteki Halide, her günkü Halide değildi. Bazan en mütevazı ve tanınmamış insan dahi, büyük bir milletin, büyük idealini temsil edebilirdi…
Konuşmalarımız, bir konudan, başka bir konuya geçiyor. Bana kitap basıcılarından dert yanıyordu:
— Çok oldu. Bunlardan biri Türkiye – Amerika kültür münasebetleriyle ilgili bir kitabımı basmak üzere aldı. Para filân da verdi galiba!… Hâlâ basacak!… Belki ölümümü bekliyor. Propaganda olur, satışına yardım eder diye…
— Adınız, satış için kâfi değil mi?
Biraz durdu, gene bitkin bir sesle ve kelimeler arasında durak yaparak:
— Bilmem… Belki… diye mırıldandı.
— Bir şey sorabilir miyim?
— Buyurun… Sorun…
— Memleketten uzak kaldığınız 13 yıl kadar uzun bir zaman zarfında yaşayış şeklinizde veya düşüncelerinizde esaslı değişiklikler oldu mu?
Dalgın bir tavır takınışından, geçmiş günlere doğru süratli bir dönüş yaptığı belliydi. Biraz beklettikten sonra, buruk bir gülümseme ile:
— Oldu… Oldu… Londradaki evimizin kömürlüğü, dışarıda, bahçenin bir uçundaydı. Bizim doktor, (eşini kastediyor) her sabah soba için lüzumlu kömürü iki kovaya doldurur, sonra da elceğiziyle eve taşırdı…
— Hayatınızın bu dönüm noktasında size, hiç sevip sevmediğiniz sorulacak olsa, lütfedip bir cevap verir misiniz?
Sorunun burasında itiraf etmek isterim ki, Halide Hanımın vereceği cevabı biraz da endişe ile bekledim. Telâkki bu: Belki de doğru bulmayıp kızar ve ters bir şey söyliyebilirdi. Ama, umduğum gibi olmadı. Büyük bir anlayışla:
— Evet, dedi. Şimdi hissediyorum ki, doktoru çok sevmişim! Çünkü ilk defa tanışıp, evlenmemizde bir aşk mevzuu bahis değildi. Bugün her yerde onun yokluğunu hissediyorum. Müşfik, çok iyi ve mükemmel bir insandı. Düşünmeyi sanat haline getirmiş bir insan örneği… Hayatımın erkeği olarak onu arıyorum.
Gözlük camlarının arkasında iki damla yaş belirdi. Halide Hanım ağlıyordu.
Doktor Adnan Adıvar’ın cenazesi evden çıkarken, korteji şaşırtan bir hadiseyi sonradan bana hikaye etmişlerdi. Çelenkler ve cenaze uzaklaşadursun, Halide Hanımın yürümesini bekliyenler, onun sokağın başına kadar gelip, orada donmuş bir heykel gibi kaldığını görmüşler. Yürümesi için yapılan ikazlara ne cevap vermiş, ne de yürüyebilmiş!… Ertesi gün durumu şöyle anlatmış:
— Her sabah doktor kapıdan çıktığı zaman, ben şu pencereden onu ancak, gözlerimle sokağın başına kadar takib
edebilirdim. İçime gene öyle bir his geldi. Tabutu sokağın başına kadar gözlerimle takip edebildim. Sanki doktor her sabah olduğu gibi gidiyordu ve gene gelecekti.

Kitaplarının içinde en beğendiğinin adını sordum.
— «Zeyno’nun Oğlu»nu beğenirim. Diğerlerine nazaran benim üzerimde, onun başka bir tesiri vardır. Mamafih «Ateşten Gömlek», «Vurun Kahpeye» Millî Mücadelenin kitap halinde ifadesidir. Realist şeylerdir. Sıcaklığı, samimiyeti, ruh tarafı olan kitaplardır.
— İstiklâl Savaşı içinde Mustafa Kemal’i nasıl tanırsınız?
— Bakın, anlatayım size… Polatlı yakınlarında, dar bir boğazda 53. Fırka mevzi almıştır. 15. ve 23. Fırkalarımız düşmana karşı hücuma geçmişlerdir. Dev arılar gibi düşman uçakları tepemizde uçuşuyor, cehennemî ateş altında ufuk hattımızı dövüyorlardı. Hava toz, duman içindeydi. Bir siperden Mustafa Kemal Paşanın bize baktığını gördüm. Seslendi. «Gelin hanımefendi, bakın harbediyoruz!». Yüzü, en çok sevdiği oyunu oynıyan bir çocuk gibi gülüyordu. Bu arada 3. Kolordu Kumandanı Kâzım Paşayı takdim etti. Sonra bana «Duatepeye hücum ediyoruz…» dedi… İşte, bu tablodaki Mustafa Kemal’i hiç unutamıyorum. Bu söylediklerim, çok şeyler anlatmaz mı size…
Bir an sustu. Dikkatimi üzerine topladım. Fakat bir şey söylemedi. Kimbilir ne düşündü. Daha sonra yavaş yavaş, değişmiyen bir tonda sordu:
— Bunları neşredecek misiniz?
— Niçin sordunuz?
— Şimdi yayınlamayın. Ölümümden sonra yayınlarsınız…
Bir an donakaldım. «Allah gecinden versin» diyebilirdim. Ama bu sözün, onun söyleyiş tarzı karşısında pek ısmarlama olacağını düşündüm; sustum. başka bir şey de söyleyemedim.
Konuştukça halsizliği artıyordu. Birkaç poz fotoğrafını almak istedik. Kendine zoraki bir canlılık vermek için bazı davranışlar yaptı. Daha sonra müsaade istedik. Elini öpüp ayrıldık.
Gerisini biliyorsunuz: Ölüm haberi geldi.
Bazıları vardır, ölümlerinden sonra, gelecek nesillerin hâtırasında gitgide büyür, efsaneleşir. Halide Edib de bunlardan biridir. Asıl şimdi ölümsüz bir hayatın eşiğinden girmiş bulunuyor…

Turgut Etingü’nün bu röportajı Hayat Dergisi’nin 1964 Şubat sayısında yayımlanmıştır. Röportajın özüne sadık kalınarak siteye geçirdik ve imlasına dokunmamaya özen gösterdik.