
İçlerinde çocukluğumla ilk gençliğime ait birçok çehreyi, bilhassa birkaç ihtiyar kadın çehresini tasvir ettiğim sayfalar bitmek üzere iken bu zamanların büyük bir kısmına sahne teşkil etmiş semti, çocukluğumdaki İstanbul’un en parlak ve mutena, şimdi de en sessiz ve ihmal edilmiş semtlerinden biri bulunan Ihlamur semtini dün, ilkbaharın en güzel ve şiirli bir gününde, akşama doğru ziyaret ettim. İki üç senede bir buralara mutlaka uzanır ve yarım asrı aşan bir zaman önce içinde dünyaya gelmiş bulunduğum evi hâlâ ayakta görmekten garip, biraz acı, fakat hakiki bir huzur duyarım: Yedi yaşında olduğum sırada eskiliğinden dolayı terkettiğimiz bu evin hâlâ mevcut olup hem de bir takım insanları barındırmakta bulunmasını görmek bana ölümümün henüz uzak olduğu hissini, emniyetini verir.
Evi bir kere daha ve uzun uzun seyrettikten sonra tasavvur edilemeyecek derecede bozuk bir yoldan Ihlamur Kasrıyla nihayet bulan vadiye indim ve Beşiktaş’a kadar giden caddeye nazır parmaklıklı kapının aralık olduğunu farkedince parka girdim. Eski devirlerden kalma sarayların mevki itibariyle en nasipsizi olan bu Ihlamur Sarayı – birisinin cephesi akıl almayacak kadar cicili bicili olmak üzere – iki kasırdan mürekkeptir, süsü mutedil kasrın gerisinde, vadinin içindeki tarafta da kasırlardan büyücek, iki katlı ve adi bir yapı vardır ki, bu da ağalara mahsus kısmıdır.
Tanzimat Devri’nde yapılmış borçlardan kim bilir ne kadarının fedasıyla vücuda getirilen (Ihlamur), Sultan Reşad zamanında veliaht Yusuf İzzettin Efendi’ye verilmişti ve Balkan Harbi’nden bir müddet önce İstanbul’a gelen Bulgar ve Sırp Kralları Efendiyi burada ziyaret etmişlerdi. Öndeki fazla süslü köşkün küçük merdiveninin sahanlığında bu münasebetle çekilmiş resimlerde, kalpaklarının tuğiyle büsbütün uzamış Balkanlı Krallar yanında mini mini kalmamak üzere pek kısa boylu şehzadenin kendini adeta zorla, içinden çekile çekile, uzatmağa çalıştığı farkedilir. Kasırlardan birinde bir Tanzimat Devri Müzesi açılıp diğerinin de münevver düşkünlere tahsis edileceğini gazetelerde okumuştum. Meğer içlerindeki tamir bitince her iki kasır müze olacakmış da (düşkün münevverlere) ağalara, uşaklara mahsus dairenin tahsisi mukarrermiş. Şu kadar ki, gayetle rutubetli olup içinde de sekiz oda bulunan bu binanın her hangi işe tahsisinden önce pek esaslı şekilde tamiri gerekiyormuş. Çalışamayacağım zaman beni düşkün bir münevver sayıp bir çatı altında barındırmak isterlerse son günlerim doğduğum yerin bu kadar yakınında, fakat bu kadar da kasvetli bir binada mı geçecek diye düşünüp ürperdim.
Vakit geç olduğundan park tamamen boştu. Köşklerin önündeki havuza bir arslan ağzından parmak inceliğinde bir su akıyor. Bir kaç yere yeşil tahta kana – peler konmuş. Arkadaki duvarın hududunu gösterdiği ormanımsı ve hayli bakımsız kısma uzanılması da memnu. Yani, hakikatte, park büyücek bir bahçeden ibaret. Bu sebeple, açılış tarihinin yıl, ay ve gününü bildiren siyah bir kitabe vücuda getirilmesinde galiba zaruret yoktu. Fakat lazımsa da bu levha köşkün oymalı parmaklığında değil bahçe duvarında dursa, misli bugün kim bilir kaça çıkabilecek olan binanın beyaz ahengini berbat etmese…
Yazan: Nahid Sırrı Örik